Eğitimin 6N’si 1: Niçin Öğrenmeliyim? | Eğitimin Amacı

Genel ve özel olmak üzere iki amaç uğruna gerçekleştirilen eğitim etkinliği, bu amaçlarını öğretim ve öğrenim üzerinden şekillendirmeyi esas alır. Eğitimde genel amaç, insanların bir arada yaşama olanaklarını artırmaktır. Bunun için eğitim etkinliği, öncelikle öğrencilerin erdemli birer insan olması için gerçekleştirilir. Nitekim özel amaç da bu genel amacı tamamlayıcı bir unsur olarak var olur: bireylerin erdemli bir insan olarak bir arada yaşama alanlarına katılması –sözgelimi bir mesleği ve o mesleğin gerektirdiği görevleri erdemli bir şekilde yürütmek.

Uyarı: Bu metin Varlık Akademi Projesi (VAP) için üretilmiş özgün bir içerik olup telif hakları kapsamında korunmaktadır. Metnin telifi yazarına aittir. Yazardan yazılı izin alınmadığı sürece, metnin başka bir sitede ya da basılı bir yayın organında kullanılması yasaktır. Tanıtım amaçlı yapılacak kısa alıntılarda site isminin ve bu sayfaya ait linkin tam olarak belirtilmesi zorunludur.

Elbette ilk paragrafta sarf edilen ifadeler, mantıksal bir zorunluluğu içermez ve bu sebepten eğitim, pek çok kişi için çok farklı anlamlar ifade edebilir. Bununla birlikte mevcut eğitim kuramları üzerine demagoji yapmanın eğitimin ne olduğunu düşünmek demek olmadığı da göz ardı edilmemelidir asla. Bu noktada, bir konu üzerine yapılan her düşünme eylemi gibi, eğitim üzerine yapılan bir düşünme eyleminin de bir argüman zinciri oluşturma çabasını sarf etmesi gerekir. Ve zorunlu olarak her argüman zincirinin bir başlangıç noktasının da olması gerekir. Bu metin, bilinçli olarak gösterilen böyle bir çabanın ürünü olup kendine başlangıç noktası olarak aldığı temel sayıltı şudur:

Eğitim, bir insanın bir arada yaşama alanlarına katılma olanağını var ettiği ve bu olanakları geliştirdiği ve arttırdığı ölçüde bir anlam ifade eder.

***

Tarih boyunca eğitim üzerine düşünen ve bilhassa eğitim kuramlarından söz edebileceğimiz insanların hemen hepsi, değerler üzerine kurulu paradoksal bir ütopya oluşturmaktan öteye gidememiştir. Değerlerden yola çıkıp, değerler adına inşa edilen bu kuramların acı bir mirası olarak 21. yüzyıl dünyasında halen bir eğitim terminolojine sahip değiliz.

Eğitim üzerine düşünürken, kurucu bir unsur olarak neden ilkelerden değil de değerlerden başlamak gerekmektedir? Kuşkusuz böyle bir yaklaşımı haklılaştırabilecek sağlam bir argüman zinciri kurulamaz. Çünkü böyle bir düşünme çabası, değerler adına ilkeleri tasfiye etmeye yol açar. Bu yüzden değerler üzerine kurulu ilkesel zeminden yoksun düşünme çabalarının elde edilebileceği her tür sonuç paradoksal ütopyalar dışında bir şey olmayacaktır –ve görünen o ki, olmamıştır da!

Şu halde, değerler adına ilkelerin tasfiyesiyle yola çıkamayız!  Çünkü bir değerin aksine bir ilke, bir ön-kabule değil, bir seçime işaret eder. Bu yüzden ilke, kendini düşünür, kendini dikkate alır ve her şeye kendiyle başlar. Değerler ise sadece uygulanır ve uygulanıp uygulanmadıkları gözlemlenir –ve hatta denetlenir. Değerler ahlaki bir zemin üzerinde bulunurken, ilkeler etik bir zeminde bulunur. Bu yüzden değerlerden başlayıp ilkelere ulaşamayız, aksine ilkelerden başlayıp değerlere ulaşabiliriz. Bu noktada, bu metnin temel sayıltısı aynı zamanda ilkesel bir başlangıç noktasına da işaret eder: insanların bir arada yaşama olanaklarını artırmaya çalışan bir etkinlik olarak eğitim.

***

Bir etkinliğe yönelik bir arada yaşama olanaklarını var etme, geliştirme ve artırma yönünde saptanan bir amaç, zorunlu olarak etik bir endişeyi taşır içinde. Etkinlik kavramının dinamizmi, ilke kavramının gelip geçici olmamasını gerektirir. Şu halde, ilkeler sabit olmalıdır, çünkü aksi bir durum ilke kavramının boş bir şekilde kullanımına işaret eder ve boş bir şekilde kullanılan ilke kavramı, sadece kendisinin gelip geçiciliğini değil aynı zamanda geçersizliğini de göstermiş olur.

Esasen, gelip geçici ilkeler üzerine kurulu olan eğitim yaklaşımları sahte temeller üzerine inşa edilmiş değerler üretir. Bu eğitim yaklaşımlarının durmaksızın çelişkilerini gidermek için çırpınıp durması, yeni koşul ve durumlara ilişkin sürekli olarak yetişmeye çalışmasındaki paradoksal zeminin sebebi de budur. Çünkü gelip geçici olmayan ilkesel bir başlangıçtan yoksun her girişim, gelişimi sürekli gerçekleştirilmesi gereken köklü bir değişim olarak algılama hatasına düşer.

Elbette, gelişim için değişim esastır, fakat köklü olanı değil! Öte yandan, eğitimin teorik değil pratik bir etkinlik olduğunu da unutmamak gerekiyor. Gelip geçici savsak ilkeler ya da kendi kendine böbürlenen değerlerle yola çıkıp, durmaksızın çelişkileri gidermeye, yeni koşul ve durumlara ayak uydurmaya çalışırken, dünya dönmeyi durdurmayacak ve zaman uçup gitmekten vazgeçmeyecektir. Ve bu şekilde geçen her zaman diliminde dünya daha bir bozulacak, bir arada yaşama olanaklarımız daha bir kısıtlanacaktır. Bu noktada, en açık haliyle ifade etmek gerekir ki, eğitim söz konusu olduğunda “yetişmeye çalışmak” her koşul, her durum ve her zamanda tümüyle bir hatadır!

***

Eğitimin neliğini anlayış biçimlerimiz bir bütün olarak hayatı anlayış biçimlerimizle büyük bir paralellik gösterir. Eğitim, birçok pedagogun sıklıkla ifade ettiği gibi tüm hayat boyunca süren bir etkinliktir. Ancak bu ifadedeki vurgu genellikle “tüm hayat boyunca” kalıbı üzerinde odaklanır, oysaki esas vurgu eğitimin hayat boyu sürmesinde değil, bir “etkinlik” olmasında yatmaktadır.

Şu halde şu soruyu sormalıyız derhal: Bir insanı eğitim etkinliğine katılmaya, yani eğitilmeye, dolayısıyla öğrenmeye motive eden şey nedir? Aceleci çağdaş bir bakış açısı bu soruyu “zorunluluk” olarak yanıtlamakta kuşkusuz ki pek çok materyal bulabilir kendine. Ne de olsa okuma-yazmayı öğrenirken hiç kimse bizzat şahsımıza danışma gereği duymamış ve öğrenim hayatımızın büyük çoğunluğuna hiçbir rıza göstermeden eşlik etmişizdir. Bununla birlikte, hemen her birimiz, okuma-yazma, toplama-çıkarma, sayma vb gibi şeyleri öğrenmenin hiç de bir gereksizlik olduğunu düşünmeyiz. İlginç! 21. yüzyıl yaşayıcıları olarak kullanmayı pek sevdiğimiz paradoksal bir zemin var burada:

“Evet, okuma-yazma, sayma ya da kendimizce gerekli gördüğümüz bir takım temel şeyleri öğrenmeliyiz, ancak daha fazlası niye gerekli olsun ki, bilhassa da istemiyorsak?”

Günümüzde her zamankinden çok eğitime yönelik haklılaştırılmaya çalışılan bir ilgisizlikle karşı karşıyayız. Eğitimin –bilhassa “temel” kısmından sonrasının– gereksiz olduğu düşüncesi zannedilenden çok daha fazla taraftar buluyor artık. Bu noktada bu sözde argümanların, birer safsatadan başka bir şey olmadığını göstermekte fayda var .

Bunun için, şu ayrıntı çok önemli: yazının başlığında dile getirilen “Niçin öğrenmeliyim?” sorusu aslında “Niçin daha fazla şey öğrenmeliyim?” sorusunun bir kısaltmasıdır. Çünkü insan, doğası gereği zaten öğrenen bir varlıktır. Ve öğrenen varlıklar olarak, okuma-yazma, sayma gibi şeyler çoklukla zannedildiği gibi temel öğreniler değildir –aksine bunlar oldukça gelişmiş öğrenilerdir. Elbette her birimiz, henüz dilin gelişmediği, yazının var olmadığı süreçlerde yaşayan insanların zorunlu olarak bir şeyler öğrenen fakat okuma-yazma, sayma gibi şeyleri öğrenmemiş insanlar olduklarını biliriz. Bu noktada düşünülmesi gereken şu: onlarla aramızdaki fark ne? Daha çok şey öğrenmiş olan bizler, onlara göre bir sürü gereksiz öğreniyle mi sürdürüyoruz yaşamımızı; yoksa daha çok şey öğrenmiş olmakla daha olanaklı bir hayat mı yaşıyoruz? Şu halde “Niçin daha fazla şey öğrenmeliyim?” sorusunun yanıtı gayet açık bir şekilde gösteriyor kendini: daha fazla olanak için! Peki, daha fazla olanağın yol açacağı sonuç nedir? Yanıt: özgürleşme… 

Eğitimin bir insanın bir arada yaşama alanlarına katılma olanağını var etmesi ve bu olanakları arttırabilmesi için bir insanın bilinçli bir şekilde özgürlüğünü kullanarak –bir başka ifadeyle özgürleşerek hareket etmesi gerekir çünkü . Bu yüzden öğrenirken herhangi bir şekilde değil, sorgulayıcı ve eleştirel bir şekilde olunması da gerekir. Çünkü özgürlük kavramı sorumluluk kavramıyla birlikte var olmasından ve burada yaşam boyu süreklilik arz eden bir sorumluluğun ifade edilmesinden dolayı, bu sorumluluğun tesisi ancak ve ancak eleştirel ve sorgulayıcı bir yaklaşımla gerçekleştirilebilir.

Eleştirel bir yaklaşım, önyargılardan arınmayı ve mantıksızlıktan kaçınmayı esas alır. Yani eğitim için önyargıları rafa kaldırarak işe koyulmak gerekiyor. Mevcut yanıtlara değil, sorulara odaklanmak. Yani bir takım değerleri benimsemek veya benimsetmek üzerine kurulu bir etkinlik değil eğitim. Açık ki, böyle bir zeminde eleştirel bir yapı inşa edilemez .

***     

Şu halde, her öğrencinin, her ne olursa olsun, eleştirel muhakeme olanaklarına erişmelerini sağlamak, eğitimin amacı açısından büyük önem taşıyor. Çünkü bu zihinsel erişim, özgürlük ve özgürleşme için vazgeçilmez bir ön şart olarak gösteriyor kendini. Nitekim bu şartın görmezden gelinmesi, her durumda daha fazla öğrenmeyi teşvik eden bir anlayış yerine vasatlığı esas alan bir anlayışın tercih edilmesine karşılık geliyor. Ve vasatlık, eğitim söz konusu olduğunda en tehlikeli sonuçları doğuran unsurların en başında gelir; bunu için dilerseniz özgür ve sorumlu birer birey olarak davranmayı öğrenemediğimiz durumlarda nasıl bir dünyanın ortaya çıktığını hatırlayabilir ya da gelişmiş teknolojik araçlarımızla nasıl bir dünyanın ortaya çıkabileceğini düşünebiliriz uzun uzun.

Eğitimin amacını bir arada yaşama alanlarımıza şu ya bu şekilde entegre olabilecek sıradan insanlar yetiştirmek olarak belirlediğiniz ölçüde eğitimde vasatlığı savunmak mümkündür. Peki eğitimin amacını, “sıradan insan” yetiştirmek olarak belirleyebilir miyiz? Ya da bireysel olarak sıradanlığı bir amaç olarak edinebilir miyiz? Düşününüz.

Vasatlığın verebileceği en iyi sonuç, kuru birer entelektüel donanım sahibi bireylerden başka bir şey değildir. Eleştirellik ise çok daha fazlasını sunar bize: çünkü eleştirellik bireyin sadece entelektüel donanım sahibi olmasını değil, aynı zamanda bu donanımı geliştirebilmesi, güncelleyebilmesi ve gerektiğinde değiştirebilmesi gibi oldukça kritik önemler arz eden araçları da sunar zihinlerimize. Nitekim vasat bir öğreni süreci sonucunda elde edilen belirli düzeydeki entelektüel donanımlar, bireye belli bir takım durumlar içinde yaşamını sürdürme olanaklarını sunarken; eleştirel bir öğreniyle elde edilen entelektüel donanım ve meziyetler bireye pek çok farklı durumlar içinde varolabilme olanaklarını sunar.

Entelektüel bir manipülasyondan başka bir şey olmayan eğitimde vasatlık yaklaşımları, özgür yurttaşları değil köleleri eğitir! Sorularla dolu bir zihin yerine, yanıtlarını mutlak birer değer olarak bulmuş zihinlerce kuşatılmış bir dünyada tanık olacağımız şey, bir arada yaşama olanaklarımızın artışı değil, giderek azalması olacaktır.

Fakat ortada büyük bir hata vardır: eğitimin yol açtığı politik gerilimler, aceleci bir şekilde öne sürüldüğü ve sıklıkla zannedildiği gibi yıkıcı değil, yapıcı gerilimlerdir. Yapıcıdır, çünkü gerilimlerinin odak noktasında, bireysel ayrıcalıklar değil, bir arada yaşama olanaklarını geliştirmeye ve artırmaya odaklanan etik endişeler ve entelektüel duyarlılıklar bulunur. Bu yüzden bu gerilimler demokratik bir zemin üzerindedir.

Bu noktadan sonra halen eğitimde vasatlığı şu ya da bu şekilde savunanlara karşı şu sorular sorulabilir haklı olarak:

  • Tam olarak neleri öğrenmemiz gerçekten de hiç gerekmemektedir?
  • Öğrenme söz konusu olduğunda ne zaman “bu kadarı yeterli” diyebiliriz?
  • Öğrenme eylemimiz ne aşamada durdurulması gereken bir eylemdir?
  • Eğitim ve onun bu işlevini gerçekleştirme eylemimiz olan öğrenme ne durumda bir gereklilik olmaktan çıkar?

Eğitim, eleştirel bir kültür içinde yeşerdiği gibi, eleştirel bir kültürü de hedefler. Ve elbette eleştirel bir kültür, politik gerilimleri besleyen bir kültürdür. Bu yüzden eğitime ilişkin pratik yaşamlarımızda bulunan başat bir sorun vardır: eğitim politik gerilimlere yol açan bir etkinliktir. Nitekim eğitimi belirli bir dozda kalması istenen bir etkinliğe dönüştürme çabalarının kökeninde de bu gerilimler bulunur. Ve bu yüzden birçok insan tarafından, bilhassa politik aktörler tarafından eğitimden çekinilir. Çekinilir, çünkü o, herhangi bir insana mevcut halinden çok daha nitelikli insan olma yollarını açar.

Eğitimin amacını ıskalayan ve onu sanki bir usta-çırak ilişkisi içinde pratik bir meziyeti edinme süreci olarak kavrayan vasat yaklaşımların tümü anlamsızlıklar içinde kıvranmaya mahkûmdur. Çünkü “bu kadarını öğrenmeye gerek yok” denebilecek şeylerin büyük çoğunluğu bir skandaldan ya da bir köleleştirme projesinden başka bir şey değildir. Üstelik bu vahim projeyi bizzat kendi kendimize bile uyguluyor olabiliriz!

Bir amacı olan eğitim etkinliğinin, vasatlık tarafından ortaya konan pek çok cezbedici söylemle daima mücadele etmek zorunda olduğu açıktır. Çünkü eğitim sayesinde elde edilen entelektüel donanım ve meziyetlerin dağıtılma biçimi belirli demokratik hisselere karşılık gelmektedir. Bu da eğitmenlerin belirli ilkelere uyma konusunda etik bir endişeyle hareket etmesini gerektiriyor.

Bu noktada eğitim etkinliğinin, hem toplumsal hem de uzman desteği içinde yürütülmesi gerektiği de tam bir açıklık kazanıyor. Nitekim eğitmenler bir yandan bir arada yaşama olanaklarının sürdürülmesi noktasında teorik bir düzlemde toplumsal olanı; bir yandan da sanatçılar, bilim insanları, filozoflar gibi insanlık tarihini şekillendiren düşünce üreticilerinin eleştirel bir temsiliyetini üstlenmekle yükümlü olan insanlardır. Bu yükümlülük içinde bir eğitmen, öncelikle ve esas olarak eğitimin amaçlarına yönelik, bilginin ve bilgi-dostu olmanın meşruiyetini var eden ve daima var etmesi gereken kişidir. Öyle ki, bu meşruiyet aynı zamanda insanlık için en başat yaşam projesi olan eğitimin bizzat kendisinin meşruiyetine de işaret eder. Şu halde bir eğitmen, düşünce üreticilerinin eleştirel temsiliyetini gerçekleştirerek, tüm insanların özgürlüğünü güvence altına alan ilkelerin taşıyıcısı ve koruyucusu olarak iş görmesi gereken aktördür.

Eğitim, amacı olan bir etkinlik olarak, her insan tekine ait bir hak ve sorumluluktur. Bununla birlikte herkes için özgürleştirici bir okul fikrinin insanlık tarihi için sadece iki yüzyıl, Türkiye içinse sadece bir yüzyıllık bir geçmişi bulunduğunu unutmamak gerekiyor. Ve şunu da asla unutmamak gerekiyor ki, tarihin büyük çoğunluğunda bir tür entegrasyon aracı olmaktan daha fazlası olmayan eğitim kurumları, halen bu mirası şu ya da bu şekilde bünyelerinde taşıyor. Bu yüzden, insanları belirli kalıplar içine sokmak için eğitimi bir araç olarak kullanan pek çok politik yaklaşım halen çok güçlü ve çok yaygın. Şu halde eğitim, kendi içinde bizzat kendine karşı da bir mücadele yürütmek durumundadır.

Bilgiyle ilişkilenmek istemediğimiz her an mevcut yanıtlarımız içinde boğulup kalacağımız açık bir gerçekliktir. Bu yüzden eğitimcilerin öğretmesi ve öğrencilerin öğrenmesi gereken ve eğitimde her şeyden daha önemli olan ve sadece başat olduğu için değil, aynı zamanda günümüzde en çok eksikliği hissedilen unsur olduğu için eğitimin amacını hatırlamamız gerekiyor: özgürleşmek; özgürleşmek için sorumluluklar üstlenmek. Dünya üzerinde kendimize korunaklı bir bölge inşa edebilmek için sosyal zorunluluklarla bir arada yaşamayı değil, sorumluluklarımızla bir arada yaşamayı seçmek. Etik bir endişeyle bir arada yaşama alanlarına katılmak.

Amacından koparılmış bir eğitimin yol açacağı en büyük sorun, sorumluluklarından arındırılmış insanların ortaya çıkmasıdır. Sorumluluklarından arındırılmış bir insanın süreceği yaşam biçimlerini düşününüz. Ve sorumluluklarından arındırılmış insanların bir arada nasıl yaşayabileceğini? İnsanın bir diğeri olmadan –dolayısıyla diğerleri olmadan– nasıl yaşayabileceğini tasavvur etmek bir hayli zordur. İşte bu yüzden, eğitimin amacı özgürleşmedir. Çünkü eğitim sürecinde ve eğitim sayesinde, kendimizden önce, başkası için öğreniriz, yani birbirimiz için öğreniriz, birbirimizden öğreniriz ve birbirimizle öğreniriz, birbirimize öğretiriz.

***

Son olarak, şöyle denebileceği kanaatini kuvvetle taşıyorum: Bir amaç uğruna yapılan eğitim, bir arada, birlikte, barış ve üreticilik içinde yaşayabilme olanaklarımızı var eden ve bu olanakları artırma noktasında en başat etkinlik olma niteliğini taşıyan bir insanlık projesinin adıdır. Ve böyle bir proje olarak tanımlanan eğitim, bir insanın özgür bir birey olabilmesi noktasında eleştirel ve rasyonel bir zihniyetle yaşama yaklaşılmasını ve bu yaklaşımın etik bir endişe eşliğinde gerçekleştirilmesini esas alır. Çünkü kuşku duyabilmemiz için kaçınılmaz ve kesin olanları kavrayabiliyor olmamız gerekir. Kısacası, yaşamlarımıza kuşkulu gözlerle bakarken birbirimiz için üretebilmemizin ve birbirimizle birlikte yaşayabilmemizin yegâne koşulu ilkesel bir kesinlik zemininde bulunuyor olmamızdan geçer.

Felsefenin Bir Ürünü Olarak Eğitim

Çocukluklarından beri ayaklarından ve boyunlarından zincire vurulmuş bir halde yaşamakta olan bir grup insan hayal edin… Öylesine sıkı bir şekilde birbirlerine bağlanmışlar ki, başlarını ne sağa ne de sola döndürebiliyorlar; yalnızca önlerindeki mağara duvarını görebilir bir halde yaşıyorlar hayatları boyunca… Zincire vuruldukları yerin arkasında bir yükselti var ve bu yükseltiyle aralarında da alçak bir duvar… Duvarla, yükselti arasında yatay bir yol bulunuyor ve bu yoldan ellerinde çeşitli kuklalar taşıyan insanlar geçiyor sürekli… Mağaradakiler yükseltinin üzerinde durmaksızın yanan bir ateş sayesinde önlerindeki mağara duvarında bu kuklaların gölgelerinin gelip geçişlerini izliyorlar hep… Kuşkusuz temel yaşam gereksinimleri de gideriliyordur bir şekilde; ancak felsefe tarihinin bu en ünlü pasajında kuvvetle muhtemel ki, bilinçli bir şekilde bu ayrıntılara yer verilmiyor… Ve elbette kuklaları taşıyanların konuşmalarını da şöyle böyle işitebiliyor mağaradakiler, fakat bu kukla taşıyıcılarının gölgelerini göremiyorlar asla, çünkü aradaki alçak duvar taşıyıcıların boylarını fazlasıyla aşıyor… Mağaradakiler kendi aralarında konuşurken önlerinden gelip geçen gölgelere birer isim veriyorlar ve verdikleri bu isimlerin gerçek nesnelerin isimleri olduklarından kuşku duymuyorlar hiç… Ve elbette kuklaları taşıyanlar her konuştuğunda, işittikleri sesi onların sesi olarak değil, gölgelerin sesi olarak algılıyorlar ister istemez… Kısacası, mağaradaki bu insanlar, aslında birer kukla olan nesnelerin gölgelerini, gerçek nesneler olarak kavrıyorlar yıllarca…

Ve şimdi de bu insanlardan birini zincirlerinden kurtarmayı hayal edin… Bu insan ne yaşayacaktır? Sözgelimi onu zorla ayağa kaldırıp başını ışığa çevirdiğinizde ve bu şekilde arkasındaki ateşi gördüğünde kamaşmayacak mıdır gözleri? Ve o ana dek ancak gölgelerini gördüğü nesnelerin aslında bir takım insanlar tarafından taşınan kuklalara ait birer karaltı olduğunu fark ettiğinde tam bir şaşkınlık içine düşmeyecek midir? Dahası onu mağaradan da çıkarıp, gerçek gün ışığına taşısanız, daha bir kamaşan gözleri ve daha bir şaşakalan zihniyle bizlerin gerçek olarak nitelediği nesnelerin hiçbirini göremeyecek durumda kalmayacak mıdır ilkin? Ve belki sonra önceden alıştığı görüntülere benzeyen yeni gölgeleri yavaş yavaş seçmeye başlayıp sonrasında da, bu gölgelerin nesnelerini ve en nihayetinde de güneşi fark etmeyecek midir zamanla? Ve bunları yaşadıktan sonra mağarada geçen yaşamının tam bir yanılgı olduğunu anlamayacak mıdır?

Platon’un Politeia (Devlet) adlı diyalogunun yedinci kitabının başında bulunan bu alegori, metnin başında açık bir şekilde belirtildiği gibi, eğitilmiş ve eğitilmemiş insan arasındaki farkı göstermek için anlatılır Sokrates tarafından. Ve anlatı bu noktaya geldiğinde bu fark oldukça açık bir biçimde serimlenmiş durumdadır. Ancak alegori bu noktada bitmez. Ve denebilir ki, bu ünlü pasajın ünü, tam da bu noktada bitmemesinden ileri gelir. Şayet anlatı bu noktada bitseydi pek rahat bir şekilde denebilirdi ki, eğitim denen şey bir çeşit bireysel bir serüvenden başka bir şey değildir. Ancak ne Sokrates ne de Platon, eğitim kavramının bireysel bir serüvene işaret etmediği noktasında çok berrak bir zihinle hareket ederler. Eğitilmiş bir kişinin (paideias) asla münzevi bir yaşamı seçemeyeceği çok açıktır onlar için –ve bireysel bir aydınlanmanın da asla gerçek bir aydınlanma olamayacağı: eğitim, tesadüf eseri şansı yaver giden bir bireye özgü bir etkinlik değildir çünkü.

Bu yüzden olsa gerek, mağaradan çıkıp gerçekleri görmeye başlayan insan, mağarada yaşadıklarını anımsar derhal, arkadaşlarını, arkadaşlarıyla yapıp etmelerini anımsar; sözgelimi gelip geçenleri en iyi şekilde belleğinde tutabilmeye çalıştıkları anları ve bu işi yapabilen kişiye verdikleri değeri, bir sonra gelecek gölgeyi doğru tahmin etmeye atfettikleri önemi vb… Artık kendi aralarında önem verdikleri, değer atfettikleri tüm bu özellikler anlamını yitirmiş, alt üst olmuştur; dolayısıyla bu özellikleri taşımak için sarf ettiği tüm çabalar da anlamsızlaşmıştır birden… Ve halen bu özellikleri taşımak için çabalamaya devam eden arkadaşlarının sürdürmekte oldukları çabalar da tam bir anlamsızlıktır artık… Açıktır ki, asla eskisi gibi bir hayatı yaşayamayacak bir insana dönüşmüştür kendisi, fakat yalnızca kendisinde tıkılı kalan bir değişimle de yetinemez asla… Bu yüzden alegori bu noktada bitmez, Platon ve Sokrates içinde güçlü bir acıma hissi taşıyan bu insanı tekrar arkadaşlarının yanına, mağaraya geri gönderirler; tekrar arkadaşlarıyla baş başa bırakırlar onu –fakat bu sefer zincirlere vurulmamış bir halde:

Sokrates: Daha gözleri karanlıklara alışmadan ki kolay kolay da alışamaz, yeniden bu karanlıklar içinde düşünmek, zincirlerinden hiç kurtulmamış arkadaşlarıyla gördükleri üzerinde tartışmak zorunda kalsa, herkes gülmez mi ona; mağaradan boşu boşuna çıkmış, üstelik de gözlerini bozup dönmüş demezler mi kendisine? Bu insan onları çözmeye, mağaradan çıkarmaya kalkışınca, ellerinden gelse, öldürmezler mi onu?

Glaukon: Hiç kuşkusuz ki, öldürürler.

(Platon; Politeia (Devlet), VII, 514a-517b.)

&&&

Devasa reklam panolarında ya da küçük bir el broşüründe görkemli eğitim sistemlerinden söz edilmesine çok alışık olduğumuz; kendi kendimize internet ortamında bir şeyler okurken, önümüzde birdenbire beliriveren bir ekran karşısında, sadece dört-beş maddede eğitim denen şeyi özetleyen ve her seferinde yepyeni, yepyeni olduğu için pek farklı, pek farklı olduğu için pek özel, pek özel olduğu için pek doğru, pek verimli, pek özgün eğitim modellerini anlatan videoları hemen her gün istemsizce izliyor olduğumuz; bir-iki öğrencinin parlak başarısının belgesi gözlerimizin önüne konulduktan sonra, bu başarının nasıl da hiç kimsenin bilmediği ve hiç kimsenin bilmemesine rağmen aslında nasıl da hiç zor değil de çok basit bir yöntemle elde edilebildiğini kanıtlayıveren bir sosyal medya reklamıyla hemen her an karşılaşır olduğumuz; ya da pek yaygın bu yaklaşımlara karşı çıkıp eğitimde önemli olanın öğrenme ve akademik başarı değil de, daha saygıdeğer, daha keyifli, daha başka bir şey olduğunu öne süren, bu “daha”lardan sonra gelen şey yapıldığında öğrenme ve akademik başarının çok doğal, çok kolay, adeta kendiliğinden gerçekleşivereceğini dile getiren uzmanların sesini pek sık işitir olduğumuz zamanlarda yaşarken yukarıdaki anlatı masalsı bir sinema filminin senaryosu gibi gelebilir çağdaş zihinlerimize.

Ne de olsa, eğitimin “istendik davranış değişikliği” şeklinde tanımlandığı kitapların her zamankinden çok daha yaygın olduğu bir çağda yaşıyoruz artık –ve eğitimin tanımının bu olduğundan neredeyse kimsenin şüphesi kalmamış bir halde… Sanki bir bilgisayardan, bir cep telefonundan ya da bir çamaşır makinesinden söz ediliyormuş gibi, henüz yaşamlarının başlangıçlarındaki insanların zihinleri üzerine garantiler veriliyor rahat rahat… Birkaç gün, birkaç hafta içinde zor bir matematik konusunu ya da yeni bir dili nasıl öğrettiklerini anlatan pek saygın, pek ciddi kurumlar kaplamış durumda her bir tarafımızı… Merkeze yeteneği, öğrenciyi, çeşit çeşit zekâlardan herhangi birini ya da hepsini alan eğitim kurumlarının kulağa pek bir hoş gelen sloganlarını işitiyor ve görüyoruz yanı başlarımızda… Ders çalışmadan da başarılı olunabileceğini dile getiren, ödevlerin gereksiz bir öğrenim etkinliği olduğunu öne süren, her insan tekinin kendine özgü bir öğrenme biçiminin olduğunu savunan, her öğrencinin muhakkak en az bir konuda yeteneği olduğunu iddia eden eğitimciler de gün be gün artıyor artık…

Bir yandan insanlık tarihinde daha önce hiç olmadığı kadar eğitim görmüş insanlar olarak bulunuyoruz yeryüzünün üzerinde. Bir yandan ise insanlık tarihinde daha önce hiç olunmadığı kadar başarısız olunan bir eğitim serüveni yaşıyoruz küresel bir şekilde… Nasıl mı? Kuşkusuz yüz yıl öncesinde ilkokul eğitimi alıp da okuma yazma bilmeyen bir insanla karşılaşmak hayal bile edilemezdi; günümüzde ise ellerinde üniversite diplomaları olan, ama henüz harflerin alfabedeki sırasını bilmediği için bir sözlüğü kullanamayan lisans öğrencileri dolaşıyor sokaklarda ya da dört işleme vakıf olamadığı için basit bir problemi ya da basit bir denklemi, sözgelimi 2x+1=11 gibi bir denklemi çözemeyen yüzbinlerce yüksek lisans –hatta doktora öğrencileri sayfalarca tezler yazıyor üniversitelerde –çok önemli konularda çok önemli tezler… Dünyanın en prestijli üniversiteleri ölçme değerlendirme sistemlerini her geçen yıl daha bir basitleştiriyor ısrarla. Eğitimin varoluş unsurları olan, eğitim denen olgunun en önemli, en başat bileşenleri olan temel disiplinler; yani bilimler, sanatlar gün be gün ders programlarındaki hacimlerini kaybediyor ya da daha ötesi doğrudan ders programlarından çıkarılıyor ve elbette bu alanlara ilişkin üniversite bölümleri de bir bir niteliksizleştiriliyor, niteliksizleşiyor dahası kapanıyor ya da kapatılıyor…

Hal böyleyken, Eğitim nedir? Eğitim diye bir şey niye var? Neden eğitim diye bir şey olmalı? gibi sorularla ilgilenmek, bu soruların peşinden gitmek neredeyse gereksiz, yersiz ve zamansız birer soruymuş gibi gelebilir kulaklarımıza belki de… Fakat bir eğitim projesi ancak ve ancak bu ve benzeri soruları meşgale edindiği ölçüde gerçek bir proje olabilir.

Bu noktada derhal belirtmek gerekiyor ki, eğitim söz konusu olduğunda basit olanı karmaşıklaştırmak kadar karmaşık olanı basitleştirmek de ciddi tehlikeler içerir. Bu tehlikelerden korunabilmek için eğitimi bir bütün olarak her yönüyle ele almak elzemdir. Nitekim eğitim, ancak bir bütün olarak kavrandığı ölçüde bir proje olma özelliği taşır –ki bir proje olduğu noktada da felsefenin bir ürünü olarak çıkar karşımıza.

Kuşkusuz, eğitimin kökenine ilişkin, felsefenin ortaya çıkmasından çok daha öncelere giden tarihlemeler yapılabilir. Ancak insanların bir arada yaşama olanaklarını artırmaya odaklanan ve herkes için bir hak olarak tanımlanan eğitim, ilk ve esas olarak felsefe sayesinde, felsefenin bir ürünü olarak ortaya çıkmış bir etkinliktir.

Nitekim Platon’un yukarıdaki anlatısı da doğrudan buna işaret eder: daha iyi, daha güzel bir dünyada yaşamanın öncelikli koşuludur eğitim. Bu yüzden mağaradan çıkıp gerçeklerle tanışan insan, bu haliyle bireysel bir yaşam serüveninin içinde kalmaz hiçbir şekilde, çünkü eğitimli insan üstün olan değil, sorumlu olan bir insandır –çünkü özgürdür artık ve özgürlük de sorumlu olunan bir hayat yaşamak demektir. Ve mağaradan çıkarılan bu insan, özel bir insan da değildir –önemle vurgulamak gerek ki– herhangi bir insandır o: gerçekleri görmek için özel gözleri yoktur, özel olarak seçilip çıkarılmamıştır mağaradan! Bu yüzdendir ki eğitim, kimi özel insanlara özgü ayrıcalıklı bir hak değil, herkes için bir haktır. Nasıl ki hakikatin aranışı olan felsefede, bu arayışı yapacak kişiler arasında bir ayrım gözetilmemesi bir tesadüf değilse, eğitim söz konusu olduğunda insanlar arasında bir ayrım gözetilmemesi de bir tesadüf değildir. Alain Badiou’un deyişiyle “herhangi bir kişi için olmayı kabul eden” felsefe[1] tüm insanlar için zihinsel bir eşitliğe işaret eden yaklaşımları esas alır hep. Nitekim hiç matematik bilmeyen birisine bir geometri sorusunu çözdüren Sokrates gibi[2], ya da sağduyuyu –yani kendi terminolojisi içinde aklı– insanlar arasında en iyi paylaşılan şey olarak tanımlayan Descartes gibi[3] ya da her insan zihninin boş bir levha olarak dünyaya geldiğini öne süren Locke gibi[4] hemen her filozofta görebiliriz bunu. Hemen her filozof farklı farklı biçimlerde hep bu esasa işaret eder: insanlar zihinsel olarak şu ya da bu şekilde eşittir. Çünkü insan denen varlığın eğitilebilir, eğitebilir, öğrenebilir ve öğretebilir olmasının ontolojik koşuludur bu esas. Yoksa pek çok sözde çağdaş eğitim uzmanının dile getirdiği gibi, eğitim, kişiden kişiye değişen zihinler üzerine inşa edilen bir etkinliktir değildir asla –hiçbir zaman olmamıştır ve hiçbir zaman da olmayacaktır.

Kuşkusuz eğitimin bu en başat esasına karşı, pek çok çağdaş eğitim uzmanı “İnsanlar arasında hiçbir zekâ farkı yok mu?” ya da “Bir dâhiyle sıradan bir insan da mı zihinsel olarak eşit?” gibi kinayeli sorular sorabilir hemen. İşte, bu iki sözde soru ve benzeri tüm sorulara neredeyse iki bin beş yüzyıl öncesinden beri verilen koskocaman bir evet yanıtıdır eğitim denen olgu! Evet, insanlar arasında hiçbir zekâ farkı yoktur –dahası eğitim söz konusu olduğunda genetik bir hünermiş gibi algılanan zekâ kavramının eğitimde bir yeri bile yoktur. Sıradan bir insanla dâhi denen insanlar arasında da zihinsel hiçbir fark yoktur –zihinsel farklılıklar, nereden geldiği belli olmayan bir takım özel yetilerin varlığı ya da yokluğundan dolayı çıkmaz ortaya çünkü; aksine yaşam koşullarının, kişisel ilgi ve tercihlerin çeşitliliğinden dolayı farklıdır zihinlerimiz.

Fakat çok daha önemli olan husus şudur: Şayet zihinsel bir eşitsizliği esas alan herhangi bir argüman zinciri titiz bir şekilde en sonuna dek takip edilirse apaçık bir şekilde görünür ki, bu zincirin kendine dayanak bulabileceği nihai nokta şu ya da bu şekil altına gizlenmiş ayrımcı bir yaklaşımdan başka bir şey olmayacaktır. Ve ırkçı, cinsiyetçi, türcü ya da her ne biçimde ortaya çıkmış olursa olsun ayrımcı her yaklaşımın sonuçlarının ne olduğuna dair yaşanan deneyimler apaçık bir şekilde insanlık tarihinin en acı zamanlarına işaret eder. Eğitim ise bunun tam karşıtı olan bir etkinliktir, çünkü öncelikli olarak etik bir amaç üzerine kurulmuştur o: insanların bir arada yaşama olanaklarını artırmaya ve geliştirmeye odaklanan, etik bir amaç.

Eğitime ilişkin Türkçede 6N olarak kısaltabileceğimiz temel soruların ilki olan Niçin öğrenmeliyiz/öğretmeliyiz?[5] sorusu da bu etik amaca işaret eder zaten, çünkü bu soru etik bir zeminde yanıtlandığı ölçüde bir anlam ifade edebilir ancak. Nitekim halen hemen her ülkenin eğitime ilişkin yasalarının en başında “iyi bir yurttaş yetiştirme”den şu ya da bu şekilde söz eden ifadeleri de bunu açık bir şekilde kanıtlar. Ancak içinde yaşadığımız günlerde, bu öncelikli soru ısrarla es geçilir ve ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci ve altıncı sorularla meşgul olunmaya başlanır ivedilikle. Sözgelimi Türkiye özelinde, eğitime ilişkin gündemde yer bulmayı başarabilen en başat konunun sadece ve sadece altıncı soruya işaret eden sınav sistemlerinden oluşması da bu vahim tablonun göstergelerinden biridir. Söz konusu vahametin daha açık bir göstergesi ise bu öncelikli sorunun yanıtlanmasında kullanılan “erdem” kavramının anlamının artık ilkokul, ortaokul, lise ve üniversite mezunlarını bir kenara koyun, bizzat eğitimciler tarafından bile unutulmuş oluşudur. Fakat bu unutuşun günümüzden en az birkaç yüzyıl öncesine kadar uzandığını da belirtmek gerekiyor derhal.

Bu noktada söz konusu bu unutuşa ilişkin kısa bir parantez açmak gayet yerinde olsa gerektir. Çünkü bu unutuşun yol açtığı sorunlar hiç de göz ardı edilebilecek basit birer öyküye işaret etmez öyle. Nitekim başlangıcına ilişkin pek çok tartışma söz konusu olsa da, en kristalize haliyle bu unutuşun kendini 19. ve 20. yüzyıllarda göstermeye başladığı aşikârdır. Bilhassa 20. yüzyılda niçin sorusu öncelikli konumunu giderek yitirmiş bir halde çıkar karşımıza ve önceliği ne ve nasıl sorularına bırakmaya başlar. Ve öncesinde niçin sorusuyla meşgul olunmadan doğrudan meşgul olunmaya başlanan ne ve nasıl sorularının yanıtları olarak iki büyük dünya savaşı karşılar insanlığı ve en uç noktada da kusursuz bir bilgi ve yöntemin ürünü olan atom bombaları! Hal böyle olmasına rağmen, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren eğitimin niçin sorusu neredeyse tümüyle dışlanmış haldedir artık, artık o sadece anayasa ve yasalarda üstünden şöyle bir geçilen basit bir söylemden başka bir şey değildir. Nitekim o günlerin bugündeki sonuçları olan günümüzdeki eğitim anlayışları da doğrular bunu: artık öncelikli enstrümanlarını etikten alan bir eğitim anlayışıyla karşılaşmak neredeyse imkânsızdır. Buna karşılık epistemoloji ve metodolojiyle kuşatılmış yüzlerce ve hatta binlerce eğitim yaklaşımına çok rahat ulaşabilirsiniz her köşe başında…

Alegoriye geri dönelim. Görüldüğü gibi alegoride eğitimin bireysel bir dönüşüm olduğu çok açık bir şekilde tarif ediliyor. Ve bu dönüşümün yalnızca bilişsel bir dönüşüm değil, aynı zamanda zihinsel bir alt üst oluşu takip eden köklü bir karakter (ethos)[6] değişimi olduğu da resmediliyor. Daha önemlisi ise, bu değişimin hem fiziksel hem de zihinsel yapıda yol açtığı duygusal duruma yapılan vurgular. Şöyle ki, mağaradan çıkan insan için ilk olarak beş duyusunu kullanmak noktasında zorlanıyor. Gerçekliğe derhal adapte olamayan gözleri kamaşıyor, gerçekleri işitme noktasında bir hayli zorlanıyor kulakları… Ve hal böyleyken şaşakalıyor. Yani tam bir duygusal durum içinde buluyor kendini.

Eğitimin kökenindeki duygusal motifin bu denli zarif bir şekilde anlatılması gösteriyor ki, eğitim, başlangıç anında oldukça zor bir uğraşıdır –çünkü acı verici bir başlangıcı gerektirir ilk olarak[7]. Nitekim bu durumu eğitime ilişkin en dar alandan en geniş alana dek gözlemlemek mümkündür. Bununla birlikte başlangıcındaki bu zorluğa rağmen eğitim yaşam boyu bitimsiz bir süreç olarak geri dönüşü olmayan olanaklar sunar insana, bu olanaklar da aynı zamanda bir sorumluluk yükler kişiye: eğitimli insanın eğitilmemiş insanlara karşı üstlendiği bir sorumluluk. Ki bu sorumluluktan dolayı mağaraya geri gönderilir eğitimli insan. Çünkü insan varoluşu bir arada yaşamak için birbirine muhtaçtır, daha yerinde bir ifadeyle, bir insan olmak demek, insanlarla bir arada, birlikte yaşamaya mecbur olmak demektir –ve bu bir arada, birlikte yaşama mecburiyeti ancak ve ancak eğitimli insanlar olarak yan yana gelinebildiği ölçüde verimli ve keyifli birer hayat sunabilir her birimize –ve bu da ancak ve ancak eğitimi bir proje olarak kavrayan felsefe sayesinde mümkündür… Ki bu anlatının yazıldığı tarihlerden sonra geçen binyıllar gösteriyor ki, eğitim denen proje bunu önemli ölçüde başarmıştır da pek çok bakımdan. Nitekim artık eğitimsiz insanların, eğitimli insanlara bir düşman gözüyle bakmadığını ve alegorinin sonunda belirtildiği gibi onları öldürme arzusuyla dolup taşmadıklarını gözlemleyebiliyoruz açık bir şekilde. Bu yüzden eğitime ilişkin her ne kadar pek çok hatanın yapıldığı bir yüzyılın yaşayıcıları olsak da eğitimin önemine dair kimsenin kuşkusunun olmadığı bir çağda da yaşıyoruz artık. Şu halde ya insanlık tarihin bu en anlamlı projesine bir katkı sunacağız ya da bu projenin ama çok yavaş ama çok hızlı bir şekilde yok olup gidişini izleyeceğiz duyarsızca…


Not: : Bu metnin başlığı olan “Felsefenin Bir Ürünü Olarak Felsefe” ifadesi ilk olarak VAP’ın birinci ilkesine işaret eder. Bu ifade Felsefe Kültür Sanat Derneği (FKSD) tarafından gerçekleştirilen bir söyleşi ve konferans dizisinin genel başlığı olarak da kullanılmıştır. 2017 Ekim – 2018 Mayıs ayları arasında gerçekleştirilen bu etkinliklerin söyleşi kısmında konuklara yöneltilen soruların önemli bir kısmını kaleme almam nedeniyle, bu sorularla bu metindeki bazı kısımlar arasında bir takım benzerlikler bulunabilir. Söz konusu söyleşi dizisinin kayıtlarına FKSD’nin youtube hesabı üzerinden ulaşabilirsiniz.

[1] Badiou, Alain; Felsefe ile Politika Arasındaki Gizemli İlişki; çev. Murat Erşen; İstanbul: MonoKL 2011, s. 40

[2] Platon; Menon 82b ve devamı… Eserin Türkçede birçok çevirisi bulunmaktadır.

[3] Descartes, René; Discours de la Méthode (Yöntem Üzerine Söylev) ilk cümle… Eserin Türkçede birçok çevirisi bulunmaktadır.

[4] Locke, John; An Essay Concerning Human Understanding (İnsanın Anlama Gücü Üzerine Bir Deneme); 2. Bölüm 22. Paragraf. Ayrıca eser bir bütün olarak bu yaklaşımı açıklamaya çalışır. Eserin Türkçede iki farklı çevirisi bulunmaktadır.

[5] 6 sorunun tamamı ve bu sorulara karşılık eğitim bileşenleri şu şekilde ifade edilebilir:

  1. Niçin öğrenmeliyiz/öğretmeliyiz? è Amaç
  2. Ne öğrenmeliyiz/öğretmeliyiz? è İçerik, Program, Müfredat
  3. Nasıl öğrenmeliyiz/öğretmeliyiz? è Yöntem
  4. Ne zaman öğrenmeliyiz/öğretmeliyiz? è Zamanlama     
  5. Nerede öğrenmeliyiz/öğretmeliyiz? è Mekân
  6. Ne kadar öğrendik/öğrettik? è Değerlendirme, Sonuç

[6] Etik sözcüğünün kökeni olan ethos kavramı, doğrudan karakter anlamını da içerir. Esasen bu kavram bir varlığın kendi varlığını sürdürebilmesi için en uygun ortama da işaret eder. Bu yüzden “yuva” olarak çevrilmesinin de mümkündür.

[7] Başlangıçtaki bu zor durumu oldukça yanlış bir şekilde yorumlayarak eğitimi bir bütün olarak zor ve acı verici bir etkinlik şeklinde ele alan yaklaşımların ortaçağ dünyasına damgasını vurması insanlık tarihi açısından bir hayli üzücü bir durumdur. Daha üzücü olanı ise, bu yaklaşımların varlıklarını şu ya da bu biçimler altında halen sürdürmekte olmalarıdır.